BU HAYAT YORDU BENİ, BİLDİĞİN GİBİ (DEĞİL.!!)

Her ne kadar hızlı hareket etmeye çalışsak da etrafımızdaki kalabalıklara “Bakmayın böyle göründüğüme, yirmilik delikanlılara taş çıkartırım…” diye ufak yollu sallasak da kendimizi daha genç, daha zinde göstermek adına giyimimize, kuşamımıza dikkat etsek de olmuyor. Zaman denen o acımasız ve kaçınılmaz nehir, hepimizi içine katmış sürüklemekte olduğundan bebekken ve çocukken “Büyüme”; orta yaşlardan itibaren “Yaşlanma” olarak nitelendirdiğimiz biyolojik silahını bir türlü ensemizden kaldırmadığı için aslında hep olduğumuz gibi görünüyoruz.

Zaman olarak nitelendirdiğimiz, saatimizin her saniyesinde bir kademe daha ileriye giden, durdurulması, geriye sarılması mümkün olmayan o nehir, aynı doğadaki nehirler gibi herkes için aynı şekilde hep yavaş ve sakin akmıyor. Azgın sular kimimizi o kayadan bu kayaya çarpıp savuruyorken aynı zaman dilimindeki başkalarını olanca sakinliğiyle, tehlikesizliğiyle, güvenceyle taşıyor.

Neleri kastettiğimi sanırım anlamışsınızdır…

İnanıyorum ki bu satırları okuyanların neredeyse tamamına yakını da benimki gibi coşkun, azgın zaman nehrinin biçimlendirdiği, zamanından çok erken olgunlaştırdığı kişilerdir.

Kıyafetinizi, sosyal statünüzü, ekonomik durumunuzu, uyruğunuzu, dilinizi ve hatta dininizi dahi değiştirseniz geçmişinizi silip atamıyorsunuz. Şimdiki yaşam ta bebekliğinizden başlayıp çocukluğunuzdan beri devam eden; geçmişinizin üstüne bina ettiğiniz kişiliğinizi, ruhsal yapınızı oluşturuyor.

Bunu bu kez rahmetli Vehbi Koç’un bir anısı ile örneklendirelim; Bildiğiniz gibi Vehbi Koç Ankaralı orta halli bir ailenin tek erkek çocuğudur. 1901 doğumludur. On altı yaşına geldiğinde babasını bir bakkal dükkânı açmaya ikna ederek işe babasının yanında bakkal çıraklığı ile başlar. Yoksulluktan, Kurtuluş Savaşı ve seferberlik yıllarının kıtlık ortamından geldiğinden ülkenin en zengin kişisi olduğunda bile eli sıkılığıyla meşhurdu. Tabi oğlu Rahmi babasının aksine savurgan derecesinde eli açıktı. Bir gün gazeteciler Vehbi Bey’e kendisinin cimriliği ile oğlunun savurganlığı arasındaki tezatı sorduklarında o meşhur sözü söyler: “Ben Koçzade Hacı Mustafa Efendi’nin oğluyum, kıtlıktan, fakirlikten geldim. O, Vehbi Koç’un oğlu. Elbette eli açık olacak” diyor.

Geçtiğimiz hafta katıldığım çalıştayda Emniyet mensubu bir müdürümüz yanıma geldi “Savaş Bey, siz beni tanımıyorsunuz ama ben sizi yazılarınızdan tanıyorum. Sizin blog sayfanızı hiç aksatmadan takip ediyor, harika yazılarınızı okuyorum. Kızgın anlarınıza denk geldiğini düşündüğüm veryansınlarınız dışındaki yazılarınız tam bir hayat dersi…  Bazıları da okuru ağlatacak derecede duygu yüklü.  Fakat genelde bir yakınma, bir serzeniş var. Anlaşılan bu hayat sizi çok yormuş olmalı. Yazılarınızı okurken inanın biz de karamsarlığa bürünüyoruz, içimiz acıyor. Bize de günah…” dediğinde güleyim mi ağlayayım mı şaşırdım.

Beni bu şekilde değerlendiren, seven, keyif alan okuyucumuza “Gel bakalım, önce şuradan demli birer çay alalım.” dedikten ve bulduğumuz çayı yudumlarken “Alışılagelmiş söylemlerin dışına çıkıp, düşünerek yaşamın önemini anlatan, insan hayatını daha da anlamlandıran “Böyle buyurdu Zerdüşt” eserinin yazarı Nietzsche’nin “Saygılı, dayanıklı ve kuvvetli bir ruhun ağır yükleri vardır. Onun kuvveti, daima ağırı ve en ağırı ister…” deyimini naklettikten sonra “Galiba benim sıkıntım da yıllar yılı hep en ağır yükü kaldırmaya çalışmak oldu” öğüdünü kendisine ilettim, anlatmaya başladım:

“1980’li yılların başında babasını kaybetmiş 6 yaşında bir çocukken herkesi perişan eden “Toz duman yıllar” dolayısı ile hayatı hiç yaşayamayan “ezikliğin” en üst noktada olduğu günleri yaşıyorduk. Çarşıya indiğimizde üzerimize çöken garipliği, sahipsizliği, korumasızlığı bugün bile saniyesi saniyesine hatırlıyorum.

Sen zorluk yaşadın mı, aşağılandın mı, dövüldün mü? Birilerince mimlendiğin için günlerce hiç evden çıkamadığın oldu mu? O dönemin gündelik hayatında dedikodulara yol açmamak için hastalık bile saklanırdı… Kendime bile anlatmaya korktuğum neler neler yaşadım bir bilsen… Benimle mezara gidecek tarifsiz acıların, sırların, kader tarafından çizilmiş “mecburi istikamet” yolunun, yetim, beş parasız, sersefil günlerinde bugünleri hayal etmek; bugünleri görüp yaşadıkça geçmişte bize o acıları yaşatan şeref yoksunlarını unutmak mümkün mü? Ruh-kişilik dediğin şey bez parçası değil ki yıkayınca geçmişin kalıntılarından kurtuluversin? Holdingler sahibi Vehbi Koç’un bile kurtulamadığı, kişiliğini oluşturduğu geçmişinden, hatıralarından kim kurtulabilmiş ki? Onunki gibi bizim de kişiliğimiz acılarla, yoklukla, haksızlığa uğramakla, hep bir şeylerin eksikliğiyle yoğrularak olgunlaşmış, şekillenmiş. Şimdiki duygusallığımın da empatik davranışımın da hatta, aniden patlayışlarımın da temeli o günlerden gelir.

İçinden geldiğimiz şartlar ister istemez bizi de duygusal yapıyor, karamsarlığa itiyor. Hal böyle olunca, ruh dünyamız yazılarımıza da sirayet ediyor.

O “yorgun” dönemlerin üzerinden aşağı yukarı kırk yıla yakın bir zaman geçti. Geçen onca yıl içinde dünyanın ve ülkemizin geçirdiği değişimle birlikte bizim de fiziki olarak geçirdiğimiz olumsuz süreç “Bugün yaşananlar acaba o günlerde yaşadığımız zorluklara değdi mi?” sorusunu daha çok aklıma getirmeye başladı. O toz duman günlerde her türlü gariplik ve hayat şartları/görüşüne mensup insanları hiçbir ayırıp yapmadan alçakça acıya, ölüme, sürgüne gönderen sistem emin ol şimdi de var.

Bugün idealizmin yerlerde süründüğü, Kapitalizmin Türkiye dahil nerede ise dünyanın bütün ülkelerini esir aldığı bir süreci yaşıyoruz, böylesi bir noktada kime kızacağımızı, kime gönül koyacağımızı daha da önemlisi kaybettiğimiz kocaman yılların hesabını kime soracağımızı bir türlü bilemiyoruz. Ama aşağılık insanları biliyoruz; şeref yoksunu, uyuma(!) meraklıları “dedim…

***

Bütün bu bilinmezlik içerisinde düşünürken çay içtiğimiz mekânda Sezen Aksu’nun “Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler” diye başlayan şarkısını dinleyince hesabı kişi ya da kurumlardan çok kendimize sormamız gerektiğini; çektiğimiz bunca sıkıntının sebeplerinden birinin aslında kendi tercihlerimiz de olduğunun farkına acı da olsa varmış olduk.

Sor bakalım, o tercihlerden hangisi daha çok iyi idi hangisi daha kötü bilmem ki istisna dayatma hariç asla yanlış dünde değildi bugün de yarın da böyle olacak yarını yaşayacağımı bilmesem de bugün kesin yürektendir; biz de mayamız güzel yoğurulmuş, şükrediyoruz ve devam ediyoruz, doğruya, insanlığa, aşka, saygıya…

Bu aşamadan sonra kendi açımızdan artık uğraşacak/mücadele edecek fazlaca bir amacın kalmadığını anlamış olduğumuzdan artık başkaları için onlar henüz istemeden koşacağımıza; “Eğer bize ihtiyaç varsa, buradayız” şeklinde felsefe ile yola devam edeceğimizi en azından yakın çevremize iletmenin rahatlığı ile hareket ediyor, sonra da Ozan Arif’in:

“Eremeden muradıma ahdıma
Veda etmek üzre gemi rıhtıma
Ele değil ele, kara bahtıma
Darıla darıla geçti bu ömrüm.”

Mısralarının şu anda içerisinde bulunduğumuz durumu en iyi anlatacak ifade olduğunu da söyleyip geçiyorum.

Gözleri yaşartırken gece, şu an 02:18… Neden bu yorgun hayat? Dışarı çıkıp, önceleri sustuklarıma bağırmak istiyorum…

Sanatçı Ali Kınık, milyonlarca insan gibi bizim de yaşadığımız hayal kırıklığını,

“Eskiden bir adım vardı
Ümidim, feryadım vardı
Şimdi, ben o ben değilim
Yolumu bilmiyorum,
Ölmüyor gülmüyorum,
Bu hayat yordu beni
Bildiğin gibi değil…

Dallarım devriliyor,
Gençliğim savruluyor,
Bir ayaz vurdu beni,
Bildiğin gibi değil…

Güllerim devriliyor,
Gençliğim savruluyor,
Bir ayaz vurdu beni,
Bildiğin gibi değil…

Eskiden mevsim seçerdim
Solardım, çiçek açardım
Şimdi ben o ben değilim
Bir nefes, bir ahım var
Bilmem ne günahım var
Vedalar sardı beni
Bildiğin gibi değil…

Dallarım devriliyor
Gençliğim savruluyor
Bir ayaz vurdu beni
Bildiğin gibi değil…

Güllerim devriliyor
Gençliğim savruluyor
Vedalar yordu beni
Bildiğin gibi değil…”

Diyerek anlatmaya çalışıyor ya; ben de aynısını söylüyorum: “Evet, bu hayat yordu beni. Bildiğin gibi değil…”

Savaş AYDIN 

09.11.2023 ANKARA