Kadın dünyayı değiştiren, dünyayı yücelten, insanı doğuran bir melektir, melek…
Bir cümle kadının toplumda olması gereken yerini ancak bu kadar güzel ifade eder. Eminim bu duygu sadece bende canlanmamıştır. Kadınların olması gereken yeri, elinde var olan gücü daha nasıl ifade edebilirim, nasıl gösterebilirim bilmiyorum.
Kendini erkek yerine koyduğunu düşünen insan benzetmesi mahluklar tecavüz eder, taciz eder, öldürür. Kadına değer verme, kötü muamelelere karşı önlem alma sözleşmeden çıkmazla olmaz, sözleşmedeki yaptırım şartlarını ağırlaştırmakla olur ancak. Şimdi bu cani herifler cezaevinde belasını bulacak diye mi beklemeliyiz? Hayır, bu hasta kişilikler bir kadınımızı daha öldürmeden, cezaevine düşmeden harekete geçmeliyiz.
Baştan kadının & kadınlarımızın yerini aile içindeki yeri ve toplumdaki konumu olarak iki alanda ele almak gerekir. Çok küçük yaşlarda aile içerisinde korunmaya muhtaç ve kısıtlı özgürlüğe sahip olarak yetiştirilmek yerine aslında kadınımızı kız çocuğumuz eşit şartlarda kısıtsız yetiştirmek daha doğru değil mi sevgili dostlar? Bir kız babası olarak çocuğumu kısıtsız yetiştirmeye çalışıyorum, sonuna kadar da öyle olacak.
Ailede, sosyal yaşantıda, iş yaşantısında kadın elinin değdiği her yer güzelleşmez mi? Hem de ne biçim güzelleşir. Her toplum özgürlük ve hakların cinsiyet farkı gözetmeksizin eşit olduğu zaman çağdaş medeniyet seviyesine ulaşacaktır. Toplumumuz sözün bittiği yer olmamalıdır. Bizim ülkemiz ulu önder Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde kadına seçme ve seçilme hakkı tanıyan dünya üzerindeki ilklerden değil miydi? Ya da biz değil miydik “Kadın anadır, kadın değerdir” diyen? Hangi ara elimize anamızın, kardeşimizin, eşimizin, kadınımızın, iş için gelen birinin kanı bulaştı? Hangi ara ötekileştik, ya da ötekileştirildik, akıl erdiremiyorum.
Ve lanetliyorum, aklını uçkuru ile beyninin arasına sıkıştıran erkek müsveddesi mahlukları…
Yetmişli yıllarda doğan kuşak olarak “Kadının yeri kocasının yanıdır”, “Kadın anadır”, “Kadın iyi yemek yapmalı, evi temizlemeli”, “Kadın çalışmaz, evinde oturup çocuklarına bakmalı”, “Kadın evcimen olmalı” gibi kadınları erkeklerden daha değersiz gösteren cümleleri sık duyardık. Yok… O zaman da şimdi de kadına hak ettiği değer verilmiş değildir. Kadın “İş kadınıdır, yönetendir, erkekle aynı haklara sahiptir.” Neden Sude Naz, Menekşe, Zeynep değil de Savaş’ın kızı, Mustafa’nın eşi veya Deniz’in annesi?
Nazım Hikmet’in 1965 yılında yazdığı ve bir bölümünde de kadınlarımızı anlatan Kurtuluş Savaşı Destanı’ndakinden sanırım bir arpa yolu gelişim sağlayamamışız:
“…Ayın altında kağnılar gidiyordu.
Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon’a doğru.
Toprak öyle bitip tükenmez.
dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
hiçbir menzile erişmeyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle.
ve onlar
ayın altında dönen ilk tekerlekti.
Ayın altında öküzler
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
ufacık, kısacıktılar
ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında
ve ayakları altında akan
toprak
toprak
ve
topraktı
Gece aydınlık ve sıcak
ve kağnılarda tahta yataklarında
koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
ve kadınlar
birbirlerinden gizleyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
Ve kadınlar bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar
bizim kadınlarımız
şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
Ve on beşlik şarapnelin çeliğinde
ince boyunlu çocuklar oynuyordu.
Ve ayın altında kağnılar
yürüyordu Akşehir üstünden Afyon’a doğru…”
Durdurulması gereken tam da bu düzen işte. Kadının toplumun temeli olduğunu unutmadan yaşayabilmekte bitiyor her şey. Öyle bir toplum olmuşuz, kafalar öyle yıkanmış ki bu zamana kadar kadınlarımız da kendi asıl ve asil kimliklerini unutur olmuşlar.
Öyle çok ince düşünmeye gerek yok, basit düşünsek de anlarız kadının gücünü: dokuz ay karnında çocuk taşımak nedir? Bütün vücut yerinden oynuyor ne duygular kalıyor ne organlar. Normal doğum veya sezaryen fark etmez, bunların acılarını göğüslemek kolay bir şey mi? Bu zorluğa rağmen bir canlının bütün ihtiyaçlarını karşılamak için çabalamak. Daha yaşamamış olanlar dahil bunları yapabilecek güce sahip olduğumuzu biliyoruz en azından. Birçok fedakarlığı, zorluğu göğüsleyen kadın her şeye yeter. Sadece karşısında insan ol, konuşmaya kadın-erkek değil eşit başla…
Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ümüz kadınların milletvekili seçme ve seçilme hakkının verilmesiyle ilgili görüşmeler sırasında kürsüden söylemiş olduğu bir cümleyi bangır bangır hatırlatmak isterim: “Türk kadınına bu hakkın bir lütuf olarak verildiği kanaatinde değiliz. Kimse bu kanaatte olamaz. Bu memleketteki, yurdun her tarafı istilaya uğradığı zaman, kadınlar ateş altında erkeklerle beraber omuz omuza çalışırlar, memleketin geri kalan kısmını korumak ve beslemek için tarlanın kara toprağından yiyecek çıkarmaya çalışırlar, elbette bu varlıkların yurdun her köşesinde ve her tabakasında söz söylemeye hakkı vardır.”
Aslında biz Türklerde Orta Asya’da iken kadının toplumdaki yeri erkekten de önce gelirdi. Ancak İslamiyet’in kabulünden sonra Arap kültürünü din sanmamızdan veya asırlardır bize öyle dayatılmasının sonucu olarak kültürümüz yozlaşmış ve kadını eve hapsetmişiz. Ta ki Atatürk dönemine kadar… Ne yazık ki günümüzde Atatürk Türkiye’sinin özellikle kadın haklarında hızla geriye orta çağ seviyesine dönmekte olduğunu görmekteyiz. Buna okumamış kadınlarımızın (ve hatta bazı din ağırlıklı eğitim almış kadınlarımızın) da siyasi tutumları nedeniyle katkısı yadsınamaz.
“Kızını dövmeyen dizini döver” veya “Karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” gibi kadim Türk kültürüne ters söylemleri “Erkek-dişi değil, kişi vardır” şekline gündelik yaşama soktuğumuzda ancak kadına hak ettiği değeri verebiliriz.
Mutlu insanlardan hiç kimseye zarar gelmez. Mutlu olabilmenin yolu da karşındaki muhatabının mutluluğunu esas almaktan geçer. Karşısındaki kişiyi mutsuz, huzursuz etmek, acı çektirmek sağlıklı insanların değil ruh hastalarının, sapıkların işidir. Kadını mutlu etmek istiyorsan dost gibi dinle, baba gibi koru, adam gibi sevgi göster ki sen de mutlu olabilesin.
Şerefi olmayan mahluklara duyurulur…
Savaş AYDIN
Risk Eğt. Dnt. Hakkediş Direktörü