NERDE O ÇOCUKLUĞUM, NERDE?

Hani, kasabadaki evimizden çıkardım ya “çarşıya gideceğim” diye…  

Üff!.. Çarşı da o zamanlar ne kadar uzaktı ya!..

Ya şimdi?.. Oysa ne kadar da yakınmış.

Ben çocukmuşum demek ki… Zamanla mesafeler kısalmayacağına göre Dünya küçülmedi; belli ki biz büyüdük. Ya da şimdi arabam var ya, ondandır yakın gelmesi…

Ya o çocukluğum; Aydın ve Ayşe’nin küçük oğlu, nerde şimdi?

Yok… Gerçekten yok, yok…

Evin en küçüğü olduğumdan bu iş benim görevimdi sanki. Sabahları gider, Deli Remzi’nin bakkalından gazete kâğıdına sarılı yüz gram beyaz peynirle iki ekmek alırdım. Taze ekmeğin baş döndüren kokusu, missss!..

Hatta bakkaldan çıkar çıkmaz sıcacık somun ekmeklerden birini sivri ucundan tırtıklamaya, yemeye başlardım da eve gelene kadar ekmeğin biri epeyce küçülmüş(!) olurdu.

Siz hiç zırıl zırıl açken sıcacık somun ekmeği sivri ucundan yediniz mi? Eminim ki yiyenleriniz vardır ve beni sadece onlar anlar. O ekmeğin tadını; o anın mutluluğunu, sadece onlar bilir.

Şimdi her gün önümüzde yüzlerce çeşit yiyeceğin olduğu, çeşit çeşit kahvaltılar, açık büfeler var. O zamanlar bulamadığım, tadını dahi bilmediğim; zeytinin ezmesinden, Nutellasına, Edım peynirine, gravyerinden, Kornflakes’ine, çeşit çeşit balına kadar…

Alın, hepsi sizin olsun da tek gelsin gazete kâğıdına sarılı yüz gram peynir…

Ben, gerçek hayata veya hayatın gerçeklerine daha beş yaş, dört aylıkken babamı kaybettiğim; o uyandığımda salondaki sedirin yanındaki kadınlardan duyduğum “Vayyy, Aydın abinin küçük oğlu uyandı, babasından habersiz…” sözü ile başladım.

İçeri gittim, uyuyor gibi babam. Meğerse ölmüş…

Hani ilk satırlarda biz büyüdükçe mesafelerin kısaldığı, ebatların küçüldüğü gibi bir şeyler yazmıştım ya; onun misali o yaşlarda babamın yüzüne bakmak için başımı havaya kaldırırdım. Anam da babam da benim için devasa boyutlardaydılar. Onun ölümünden sonra ne şımaracak anam; ne de dizlerine başımı yaslayıp uyuyabileceğim babam, yoktu artık…

O saatten itibaren yaşı ve cüssesi küçük, ama ruhu büyük, çocuk adamlar oluverdik.

Oğlu olursa Nerf tabanca; kızı olursa Barbie bebek alan adama sor. Onun da çocukluğu ya benimkine benzer geçmiştir ya da benzere yakın…

Hayatı geriye sarma şansın yok. Hayatı geriden, gelenekten gelenle yaşa, yaşat dostum… Yaşat ki, asimile olmasın çocukluk. Biraz güzel konuşuyor diye televizyon programında oyuncu olmasın çocukluk…

Bu makalem çocukluğuma; çocukluğunu özleyip ağlayana gelsin…

Gelsin ki sevinsin dostlarım…

Rahmetlisi ise babası; yaşıyorsa anası, duygulansın “oğlum!..” diye…

Ortak olsunlar, bu duyguları, bu özlemi benden önce yaşayıp da henüz yazıya dökmemiş olanlar…

Hani tepeye çıkıp “Ahan bu geçen araba benim; şu geçen araba senin..” dediğin çocukluk, geride kalmasın. Netflix çizgi filmine kalmasın; anaya-babaya, sevgiye, kirlenmeye, kulaktan çekilip-tokat yemeye kalsın yaaa…

Hasta olmasın; sormasınlar ameliyat tarihini… Çeksin gitsin…

Ya ağlamasın; kızını arasın, anlatsın “ağlama kızım, seviyorum seni çok…” desin. “İstediğin okulda okutacağım..” desin, söz versin; olabildiğince, baba olsun… Kendi çocukluğunda hissettiği baba olsun…

Baba olsun, BABA!..

O kişi baba da olsa çocuk…

Bir gün o da “Yaa çocuk! Çocukluk gel, gel.” dedi, diyecek vesselam😔

Savaş AYDIN