SEVİLMEYEN SÖZCÜKLER; VEDALAR…

Aklımıza, dilimize, kulağımıza gelen tüm veda sözcükleri duygusal açıdan bize hep burukluk hep acı hissettirir. Söylenmesi, işitilmesi veya okunması nasıl ve hangi yöntemle, hangi dille olursa olsun, biliriz ki; “Hoşça kal!”, “Allah’a ısmarladık!”, “Kendine iyi bak!”, “Elveda!” sözcüklerinin arkasından ayrılık, yalnızlık, hasret, özlem gelecektir. Bu nedenle hangi dilde olursa olsun bu sözlerin yarattığı duygular insanlar arasında pek sevilmez.

Birbirine düşmanca his taşıyanlar zaten vedalaşmayacağından gidişleri de sinsice, sessizce veya kavgalı olur. Kötü ayrılanlar birbirlerine iyi dilekte bulunmayacaklarından ağızlarından beddua, lanet ya da küfür çıkacaktır. “Hoşça kal!”, “Allah’a ısmarladık!”, “Kendine iyi bak!”, “Elveda!” sözcüklerini duyduğumuzda, söylediğimizde veya okuduğumuzda karşıdaki kişi veya kişilerle aramızda dostluğun, akrabalığın, sevgi ve saygının olduğunu söylemek için kâhin olmaya gerek yoktur sanırım.

“Hoşça kal!”, “Allah’a ısmarladık!”, “Kendine iyi bak!” sözcükleri neyse de içlerinde en acı vereni “Elveda!” terimidir. “Elveda!” dışındakileri belli veya belirsiz periyotlarla tekrar görüşeceğimiz, görüşmek istediğimiz kişilere, örneğin: mesai bitiminde, ziyaret veya misafirlik sonunda, kullanırız. Oysa “Elveda!” sözcüğünü geri dönüşün olmadığı veya şüpheli olduğu sancılı süreçler için (Birinden bir daha görüşmemek üzere dostça ayrılırken, askerlik veya savaş gibi dönüşün şüpheli olduğu zaman dilimleri için) kullanırız. Dolayısıyla “Elveda”da bir daha görüşmeme dileği, görüşememe tehlikesi vardır. Bu yüzden en sevilmeyeni de budur.

Vedalar, sadece yeniden görüşme dileği midir, kırılan bir kalbin -deyim yerindeyse paramparça olup- uzaklaşması mıdır o anda bilemeyiz ama her vedada biraz daha eksildiğimizi hissederiz. Önce kıyısından, köşesinden küflenmeye başlar ekmeğimiz. Çünkü bize biçilen ömrü tek başımıza, yapayalnız geçirmek zorunda kalırız. Bir arkadaş ararız, sırrımızı sırrı bilecek; bir dost ararız, acımızı acısı bilip ağlayacak. Bir kardeş ararız, biz mutlu olunca sebepsiz mutlu olabilecek. Böyle daha birçok örnek sayabiliriz. Sayarız saymasına da nasıl yaşarız, işte orası meçhul.

Vedaların sonundaki ayrılık, yalnızlık, O’nsuzluk kültürümüzde ölümle bir tutulmuştur. Karacaoğlan:

“Vara vara vardım ol kara taşa
  Hasret ettin beni kavim, kardaşa
  Sebep ne, gözden akan kanlı yaşa
  Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm…” Diyor.

Yine Mazlum ÇİMEN:

“Öyle bıkmışım ki kendimden
  Kurudum, düştüm dalımdan
  Sanki ruhum çıktı canımdan
  Sen benden gittin gideli…” Diyor.

Yalnızlık kavramı, her ne kadar kişiden kişiye değişse de özellikle hisler çerçevesinde bir şeyler söylemek istedik. Yazılarımı takip edenler bilir; birkaç yazı öncesinde “Yalnızlık anlatılmaz” dedik. “Zaten anlatılabilseydi yalnızlık olmazdı” diye ekledik. “Anlatılabilseydi, acı olurdu, hüzün olurdu, özlem olurdu” dedik. İşte tam da bu yüzden tüm bunları bir adama söylettik. Bu adam yeri geldi, acı çekti, yeri geldi ağladı, yeri geldi içine attı, attı, attı…

Bu adam, yeri geldi birisini sevdi; Övülmeyi, beğenilmeyi çok seviyorsun diye sevginin, sözlerin en güzelini sana ayırdı, ruhunda güzellikleri yaşayasın diye. Harflerin en seslilerini senin için söyledi, onu duyasın diye. En güzel günlerini, en hoş sevinçlerini, en hararetli özlemlerini hep sana sakladı, cam bir kavanozun içinde… Hani “Cam sağlıktır.” yazar ya kavanoz kapağının üstünde… O da zaten seninle birlikteyken sağlıklı olacağını biliyordu en başından beri… O nedenle seçti camı, cam kavanozu…

Bir gün belki Ay’a yine birlikte bakar, aynı şiiri okuruz içimizden. Aynı gece aynı tarafımıza yatıp, uyuyakalırız. Belki aynı rüyayı görürüz. Zor şeyler değil bunlar, inan bana… Bir parça ışık bile sonsuz karanlığı Dünya kılıyorsa bize, böyle olasılıklara da inanmalıyız. Çünkü onlar kadar büyüleyici değil bu düş…

Bu adam yeri geldi, umut etti; Söylenecek o kadar çok şey varken susmak, muhakkak bir yılgınlığın, bir iç kaçışın belirtisidir. Peki, hiç umut yok mu? elbette bir kurtuluş, bir yeniden doğuş, bir diriliş vardır ve toplumsal yılgınlığın baş gösterdiği bir zaman geldiğinde içimizden biri çıkıp kendi kurtuluşunu bize de anlatacaktır. Toplumsal sorunları birçok kişi görür ama sadece birkaç kişi gördüklerini topluma ifade edebilir. Bu şekilde bir ayrım, zannımca hakkımızdır.

Taptaze etleriyle bir çocuk geliyorsa,

Yoktan var oluyorsa yeryüzünde,

Elbette umut da vardır ve var olacaktır

Kavga etmediğimiz gün. Bil ki bir şeyleri yitirmişiz ve maalesef her şeyi yitirmeye ay kalmış ve veda vakti gelmiştir.

O zaman çok sevelim ve kavga edelim ki veda yaklaşmasın, tam da birlikte Ay’a bakmaya yaklaşmışken.

Söz ki: Bizler ki bu dünyanın acemileri, bizler ki bu dünyanın insanlarına yabancı, bizler ki gece vakitleri anlam veremediğimiz hesaplar kayarken yıldızlar gibi; kalkıp, koşup hakkımıza düşeni almak yerine, kayan yıldızları seyre daldık. Hata demiyorum ama işte en büyük yanlışı da burada yaptık.

Ayrılıkları ömrümüz ölçüsünde yaşarız. Önce doğumla birlikte anamızın bedeninden ayrılırız, okul bitirir öğretmen ve arkadaşlarımızdan, okulumuzdan ayrılırız, iş veya bir memleket değiştirir çevremizden ayrılırız, bir oturmanın sonuna gelir ayrılırız. Bir bir çoğaltmak mümkün ama o kadar fazla ki yazıya sığmaz. Ancak ne zaman ki bilinmeyen o vakit gelir, hayata veda ederiz; işte o her şeyin son noktasıdır.

Hayatlar, yasaklar hep birilerine göre mi olacak; vedasız hep beraber olunamayacak mı? Özverisiz, çıkar temelli, gelecek endişeli, suni sevgilerden nefret ediyorum. Bir kez bile olsa çıkarsız, sebepsiz çok sevilmek, merak edilmek istiyorum, içinde ayrılık olmadan…  Bir evcil hayvan bile sahibini çok sever. Çünkü onun için varsındır diye bakar, karşılıksız-çıkarsız (maması hariç 😊)

Adına “Sevgi” dediğimiz görünmez fidanı gövdesi kovuk, yaprakları hastalıklı, meyveleri acı hale getirmeden hep çiçekli ve taze tutabilmeli, en sert rüzgarlara, yıldırımlara, dolulara bile gövde gövdeye verip veda etmeden yaşamak lazım bu hayatı.

Sözlerime şöyle bir nokta koymak istiyorum: “Böyle devam ederse yokum ben, ELVEDA!..”